'Ruhsuzluk toplumlara çökmek üzere, ama şafağın sökmesi an meselesi' 2025-01-31 10:25:17   İZMİR - Neoliberal politikaların yarattığı bireyselleşmenin sonuçlarına dikkat çeken sosyolog Azad Barış, "Bu yüzyılda, ruhsuz zamanın kendisi kabus gibi toplumların üzerine çökmek üzere. Ama şafağın sökmesi de an meselesi" dedi.    Sosyologlar tarafından uzun yıllardır tartışılan toplumsal erozyon, çürüme ve duyarsızlık kavramları özellikle son yıllarda yaşanan felaketlerde kendisini yeniden gündeme getiriyor. Sosyal bilimciler bunun, dünyada egemen olan kapitalist sistemin 1980'lerden itibaren uygulamada olan yüzü neoliberalizmin yarattığı "bireyin" sonucu olduğunu vurguluyor. Sistemin bireyselleşme ve yalnızlığa ittiği insanların zamanla taraflaşması ve karşı tarafa karşı duyarsızlığı olarak tanımlanan olgunun sonucu ise toplumu bir çürümeye götürdü. Wan depremi sonrası yardım kolilerine konulan taşlar, Hatay depremi sonrası bölgenin etnik yapısının tartışma konusu yapılması, Bolu Kartalkaya'da yaşanan yangın sonrası yanan otelin önünde fotoğraf çektirmeye gidenler yaşanan çürüme ve duyarsızlığı gözler önüne seriyor.   Sosyolog Azad Barış ile yaşanan toplumsal çürüme ve duyarsızlığın boyutlarını, nedenlerini ve çözümünü konuştuk.   Sosyal bilimciler, Türkiye'de sıkça toplumsal çürüme olduğunu ifade ediyor. Katılıyor musunuz, bu çürümenin kaynağı nedir?     Modern toplumlarda bireyler giderek artan bir şekilde yalnızlaşmayla varoluşsal kavramlarını inşa ediyorlar. Çünkü toplumla interaksiyon ilişki kurduğu andan itibaren zararlı çıkacağını düşünüyor. Bu yalnızlaşmanın bireylere kendisini bir yere ait hissetme ihtiyacını dayatıyor.    Bu çürüme hiç şüphesiz toplumsal duyarsızlıkla ilgili. Toplumsal duyarsızlık sadece bireyleşmenin ortaya çıkardığı bir durum değil. Bu kriz toplumsal alanlara yayılıyor ve böylelikle toplumsal olayları ilgilendiren meselelerle ilgili ortaya çıkıyor. Yalnızca etik ve ahlaki bir çürüme de değil, aynı zamanda yapısal ve ideolojik çürümenin de ortaya çıktığını görüyoruz. Sürekli hız kazanan toplumsal gelişim süreçleri ve neoliberalizmin sosyo-ekonomik ile sosyo-kültürel etkileşimleri bireyselleşmeyi bencilleşme olarak öne sürüyor. Bu aynı zamanda siyasi hayatımıza da yansıyor. Zamanla karanlık odalar ortaya çıkıyor. Bu odaların içinde herkes kendisine göre, kendine uygun olanı seçiyor, kendisine uygun olmayanı bir şekilde bastırıyor ve yok sayıyor. Böylelikle nefretten toplumsal kutuplaşmaya varana kadar sonuçlar ortaya çıkıyor. Bu dünyanın değişik yerlerinde aynı paralellikte gelişim gösteren kolektif bir çürüme. Alman sosyolog Ulrich Beck buna risk toplumu demişti. Modern toplumlarda bireyler giderek artan bir şekilde yalnızlaşmayla varoluşsal kavramlarını inşa ediyorlar. Çünkü toplumla interaksiyon ilişki kurduğu andan itibaren zararlı çıkacağını düşünüyor. Bu yalnızlaşmanın bireylere kendisini bir yere ait hissetme ihtiyacını dayatıyor. Siyasi bir mensubiyet edinen kişi karşıda olanların tamamını tehlike olarak görüyor. Bu ise kolektif felaketlerin karşısında tavır geliştirmemeye kadar varoluşsal risklere dönüşüyor. Kişi kendisini ilgilendiren olayı çok vahim bir olay olarak görebiliyor ama karşı taraftakilerin zarar görmesine karşı sevinç duyuyor.   Örneklerle açabilir misiniz, çürüme nasıl başladı?   Örneğin Kürtlerin maruz kaldığı baskıların tamamına baktığımızda hukuki olarak bir çürümenin olduğunu görüyoruz. Kürtler ya da Kürdistan'a dair uygulanan hukukun kendisi bir hukuksuzluk. Kürt ve Kürdistani olan her şey devletin önlem veya istisnai hukukuna tabi tutuluyor ve toplum buna ses çıkarmıyordu. Devlete içkin olan bütün kimlikler bundan rahatsızlık hissetmiyordu. Ancak Kürtlerle başlayan baskılama süreci toplumsal çürümeye doğru gitti ve bu çürüme yavaş yavaş kendisini Türklüğe içkin hissedenlere yansımaya başladı. Şu an karşı karşıya kaldığımız felaketlerin en büyüğünün bu olduğunu düşünüyorum. Papaz Martin Niemöller'in dediği gibi önce Kürtler, sonra muhalifler şu anda ise itiraz eden herkes gidiyor. Onları savunacak kimse kalmadı. Çürümenin gittikçe derinleşeceğini de görüyoruz. Sosyolog Debord, gösteri toplumlarında olayların en keskin halinin bile kişiye tesir etmediği zaman ne acı ne de trajedi olarak algılanmadığını söylüyor. Ama o mekanizmanın dişlileri zamanla zorbalığa alıştığından dolayı mekanizmayı çalıştıranı da içine alıyor. O nedenle sınırsız bir şekilde tüketime alışmış olanlar günün birinde kendileri de tükenirler.   Bıraktığınız yerden devam edecek olursak, yaratılan gösteri toplumunun emarelerini çok sık görüyoruz. Son olarak Bolu'da yaşanan otel yangını sonrası insanlar fotoğraf çektirmek için otelin önüne gitti. Ya da deprem, sel gibi diğer felaketlerde de yardımdan ziyade bir fotoğraf çektirme yarışı gördük. Bu davranışları nasıl açıklayabiliriz?     Acıdan keyif almak ve otelin önüne gidip fotoğraf çektirmek, felaketleri görsel bir tüketim nesnesi olarak görmek ve gösteri toplumlarının hazcı tüketim alışkanlığının sonucudur. Ama o fotoğrafı çektiren şey sadece umarsızlık veya hassasiyet yoksunluğu değil. Ondan önce devlet erkinde yaşanan tartışmaların kendisi çok önemli. Çünkü hiçbir kurumun sorumluluk kabul etmediği bir tartışma yaşandı. Kurumların çürümesiyle alakalı bir şey aslında. Kurumlar bu kadar çürümüşse bu kurumlara tabi olan toplum bireyleri de çürür. Ne kadar birey o da başka bir soru. Kişi kendi üzerine düşünmüyor, kimliksel olarak sorgulama yetisi yoksa birey değildir. Bolu yangını sadece bir yangın değil, sorumlunun kimde olmadığı üzerine tartışma yürütülen bir felaketti. O felaketi toplum bir gösteri nesnesi olarak görüyor. Öte yandan siyasal kutuplaşma otoriter rejimlerin bilinçli olarak yarattığı toplumsal bir ayrışma, ötekinin acısını hissetmeme, ortak olmama durumudur. Hartmut Rosa bunu Rezonans teorisi ile açıklıyor. Bu teoriye göre empati kurmanın da ötesinde ötekinin acısını, yaşantısını, canlılığını hissetme çabası olmalıdır. O olmadığı zaman kendinizi başkasının yerine koyamaz, felaketlere karşı sahici, insani bir şey hissedemezsiniz. Dolayısıyla o fotoğraf farkında olmadan bu kadar hassasiyetini kaybetmiş ve 'haysiyetsiz' bir şekilde çekiliyor. İnsanın algılama kapasitesini zayıflatan bir mekanizmayla karşı karşıyayız. Neoliberalizm öyle bir şey, insanı ruhsuzlaştırıyor.    Peki, bazı sosyal bilimcilerin ifade ettiği gibi insanlık hep ruhsuz ve duyarsız mıydı? Bu dönüşüm nasıl yaşandı?     İhtiyaç duyduğumuz şey toplumsal yüzleşme. Bu yüzleşme bir dönüşümü sağlayabilir.  Bunu ne kadar yasaklarsak travmalarımızla baş edemeyecek kadar zorluklar yaşayacağız.   Kapitalizm ilk ortaya çıktığı dönemlerde bu kadar umarsız, hassasiyetleri ortadan kaldıran bir şey değildi. Kapitalizm çok amansız ve sömürü düzenini inanılmaz mekanizmalar üzerine kuran, travmalar ortaya çıkaran bir sistemdi. Ama her zaman böyle değildik diye düşünüyorum. İdeolojik bölüşmelerin günlük hayatımızın olağan bir süreci olmaya başladığı andan itibaren böyle olduk. Siyasal ve psikolojik bir yabancılaşma yaşıyoruz. Eğlenceli olmayan insan iki şey düşünür. Birisi hayatta kalmaya çalışmak için çabalarsınız. Bu sosyal Darwinizmdir, güçlü olanın hayatta kalma çabası. Diğeri ise tamamen maddiyata endeksli ruhun boşaldığı bir alandır. Şu an karşı karşıya kaldığımız durum, ruhsuz bir dünyanın ürünüdür.   Kendi coğrafyamız üzerinde konuşacak olursak, eskiden Anadolu ya da Akdeniz dayanışması diye bilenen bir şey vardı. Bu coğrafya hiçbir zaman renkli bir mozaik olmadı, medeniyetin de beşiği değil, mezarıdır. Ama en azından kendi ölülerini gömecek kadar merhametliydi. Artık bu merhamet kalmadı. Komşu komşunun düşmanı haline geldi, herkes kapısını kilitlemek zorunda. Bu da toplumsal sınıfların değişimiyle alakalı bir şey. Kapitalist kentleşmeyle birlikte taşra tamamen bitti, sosyal ilişkiler değişime uğradı. Bu kayıtsızlık ve duyarsızlık da yaşadığımız trajedilerin tamamını görünmez hale getirdi. Bolu yangını veya Hatay depremi trajedileri karşısında bu kadar kayıtsız kalmanın ana unsuru bu, hızlı gelişim gösteren toplumsal gelişimlerdir. Ahlaki çürümenin bir erdem olarak sunulduğunu görüyoruz.   Batı Avrupa'yı övme anlamında söylemiyorum, ama en azından kendi tarihleri ile yüzleşebiliyorlar. Biz ise her şeyi saklıyoruz, üstünü örtüyoruz. Bunun sebebi toplumsal felaketlerin ortaya çıkmasına karşı duyulan korku. Çünkü hakikatin görülmesini istemiyorlar. Hatay depreminde kaç kişinin öldüğünü bilmiyoruz. Fakat yakınını kaybeden herkes yakınını kaybetmenin acısını yaşıyor. İhtiyaç duyduğumuz şey toplumsal yüzleşme. Bu yüzleşme bir dönüşümü sağlayabilir.  Bunu ne kadar yasaklarsak travmalarımızla baş edemeyecek kadar zorluklar yaşayacağız.   Sizin tabirinizle yaşadığımız bu "ruhsuz zamanda" geleceğe dair bir öngörünüz var mı? Bizi bir distopya mı bekliyor?   Biz zaten bir distopyada yaşıyoruz. Trump'ın dünyanın başına yeni bir Sezar gibi kesilmiş olması bir distopya olsa gerek. Hepimiz bu kabustan uyanmak istiyoruz. Erdoğan'ın 'Ortadoğu'ya demokrasi getireceğiz' demesi bir distopyadır. İran'ın bu kadar güç sahibi olması ya da Suriye'deki sözüm ona değişim. Yani cihadist grupların ortaklaşmasıyla yeni bir ülke inşa çabası bir distopyadır. Onun için çok umutlu konuşmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Bizi daha karanlık bir sürecin beklediği aşikar. Bunun için insani kapasitemizi ötekini anlama üzerinden kurarak bir araya gelmemiz gerekiyor. Zayıflamış olan duyarlılığımızı güçlendirmemiz gerekiyor. Kutuplaşmaya, dost-düşman ayrımına, siyasi kurumların gittikçe güçlenmesine karşı daha demokratik ve alternatif olabilecek yönetsel bir aygıtın inşasına ihtiyaç var. Bunu ifade edenlerin sayısı az değil. Bunların bir araya gelmesi gerektiğini düşünüyorum.   Böylesi bir araya gelişler ve sosyal dönüşüm kapitalizm koşullarında ne kadar mümkün? Bunun bir yolu var mı?       Sürekli bir zenginleşme ve sömürüye dayalı bu düzen, insanlığın ruh sağlığına, dünyanın zenginlik kaynaklarına ve maneviyatına zarar veriyor. Dolayısıyla liberal dünyanın korkmasıyla birlikte de bu gidişatın böyle gidemeyeceğini düşünüyorum.   Kapitalizm ve sağ Trump ile birlikte form değiştiriyor. Kapitalizmi eski modeliyle ele almanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Örneğin eskiden radikal sağı da, faşizmi de veya totoliter rejimleri de tanımlayabiliyorduk. Artık her şey çok flulaştı. Bu yüzyılda, ruhsuz zamanın kendisi kabus gibi toplumların üzerine çökmek üzere. Ama şafağın sökmesi de an meselesi. Böyle gidemeyeceğini hepimiz biliyoruz. Liberalizm, sosyal demokrasi ve radikal devrimci düşüncelerin hemfikir olduğu ortak nokta, dünyanın bu gidaşatla felakete doğru sürüklendiği ve bunun durması gerektiği gerçekliğidir. Sürekli bir zenginleşme ve sömürüye dayalı bu düzen, insanlığın ruh sağlığına, dünyanın zenginlik kaynaklarına ve maneviyatına zarar veriyor. Dolayısıyla liberal dünyanın korkmasıyla birlikte de bu gidişatın böyle gidemeyeceğini düşünüyorum. Geri dönüşüm radikal devrimler sonucu değil de daha akılcıl, daha liberal ve sürdürülebilir dünyanın inşasıyla olacaktır. Ancak bu tabi ki anti-kapitalist ve zenginliğine zenginlik katan finans kapitalin durdurulması üzerinden olmak zorunda. Yani bu çürümenin yapısal dönüşümler olmadan restorasyonunun mümkün olmadığını önceki deneyimlerimizden görüyoruz.   Ama bazı yerlerde de Kelebek Etkisi bağlamında küçük de olsa rüyavari düşüncelerin de ortaya çıkması gerekiyor. Örneğin yanı başımızda Rojava hakikati var. 4 evliliğin caiz olduğu, kadınların insan olarak kabul edilmediği, Ezidi kadınların köle olarak satıldığı Ortadoğu'da cinsel eşitlikçi bir Rojava çok önemli. Bu tür fikirlerin ortaya çıkması gerekiyor. Umutlu olmamız gereken noktada burasıdır. Felaketlere karşı kişisel donanımlarımız ne kadar güçlü olursa olsun bu felaketlerle baş edemeyiz. Risk analizi yaparak bunu kolektifleştirmek gerekli. Hem akademi dünyası hem de alternatif düşünceler üreten siyaset kurumu bunu yapmak zorunda. Marks'ın deyimiyle trajediler öğreticidir. Oradan ders çıkarırsak tekrarlanmasını önleyebiliriz. Sürdürülebilir bir hayat inşa edilebileceğine ve bu ruhsuz dünya ne kadar karanlık olursa olsun küçücük bir yıldızın doğabileceğine inanıyorum.     MA / Tolga Güney