ANKARA - Meclis'te kurulacak komisyonunu umut verici bulduklarını belirtenDEM Parti Eş Genel Başkan Yardımcısı Tayip Temel, "Öcalan'ın fikri ve politik katkısı olmadan kalıcı bir çözüme ulaşmak mümkün değildir. Bu nedenle, hem kendisiyle hem de toplumsal muhataplarla doğrudan temas kurulmasını önemsiyoruz" dedi.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın yaptığı "Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı" ile Kürt sorununun demokratik ve silahsız yöntemlerle çözümünde önemli bir eşik aşılırken PKK'nin silahsızlanma ve fesih kararı da iktidar ve devlet tarafından çözüm konusunda öne sürülen bir engel bırakmadı. İktidar ve devlet tarafından henüz Meclis'te kurulan komisyon dışında somut adım atılmış değil. Komisyonun idari, siyasal, yasal ve anayasal çözüm zemini nasıl şekillendireceği ise şimdilik belirsizliğini koruyor. Bu belirsizliklere ve sürece dair atılması gereken adımları Mezopotamya Ajansı'na (MA) değerlendiren Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi Eş Genel Başkan Yardımcısı Tayip Temel, sürecin sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmesi için Abdullah Öcalan'ın koşullarının mutlaka iyileştirilmesi gerektiğini belirtti.
Kürt hareketi sürecin sağlıklı bir zeminde yürüyebilmesi için muhakkak Abdullah Öcalan'ın koşullarının değiştirilmesi gerektiğini her seferinde dile getirdi, getiriyor. Abdullah Öcalan'ın tutulduğu koşullarda bir değişiklik var mı? Nasıl bir değişiklik olması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Öcalan'ın koşullarının süreci yürütmek için düzeltilmesi bir zaruret ve gerekliliktir. Sürecin yürümesi ve nihayete ermesi için bunun bir gün bile ertelenmemesi gerekir.
Sayın Abdullah Öcalan'ın koşulları ve içinde bulunduğu şartlar, Türkiye'nin en büyük sorununu çözmeye gücü olan ve bu anlamda projesi olan bir aktörün ve bir liderin durumu temelinde ele alınmalı. Bazı ırkçı ve faşist kafalı çevrelerin dediği gibi sözü edilen şahsiyet sadece devlete isyan etmiş bir örgüt lideri değildir. Bir halkın sorunlarını çözme iradesi gösterirken kardeş halkların barış içinde yaşamasını önceleyen bir barış ve özgürlük savunucusundan söz ediyoruz. Türkiye milliyetçileri, gerçek anlamda devlet kaygısı taşıyor ve devletlerini düşünüyorlarsa Kürt halkını inkâr etmekten vazgeçmeliler. Çünkü inkâr sürdükçe sözüm ona milliyetçiliğini yaptıkları ulus devlet büyük sorunlardan kurtulamıyor. Sadece geçen yüzyıla baksalar Kürtleri inkâr etmenin Türkiye açısından neye mal olduğunu görecekler. Kaldı ki bu maliyet her gün daha da artmaktadır.
Diğer bir taraftan da Türkiye'deki demokratlar, sosyalistler ve barış savunucuları, Kürt sorununun gerçek bir çözümünün Türkiye'yi demokratikleştirecek esas dinamo olduğunu bilmek durumundalar. Bunu anlamak için de öyle fazla kafa yormaya gerek yok diye düşünüyorum. Bakın son 50 yıldır faşizmin, darbe dinamiğinin, antidemokratik yasaların tümünün kaynağı Kürt karşıtlığı, yani Kürt düşmanlığıdır. Ekonominin yerle yeksan olmasının da kaynağında Kürtlere yönelik yürütülen savaş ve bastırma siyaseti var. O zaman onların da Öcalan liderliğinin Kürt sorununu çözme, Türkiye demokratikleştirme hamlesine büyük destek vermeleri gerekmez mi? Şüphesiz büyük bir destek var, ama hala belli odaklarda işin esasını tartışmaktan ve ciddiyetten uzak tutumların da varlığı söz konusu.
İşte bu değerlendirmeler ışığında, Sayın Öcalan'ın koşullarının süreci yürütmek için düzeltilmesi bir zaruret ve gerekliliktir. Sürecin yürümesi ve nihayete ermesi için bunun bir gün bile ertelenmemesi gerekir. Ama hâlâ tecritte belli bir esneme ve kimi görüşmelerin yapılması dışında, koşullarda yeterli düzeyde bir iyileşme söz konusu değildir. Bu durum, süreci gerçekten zorlamaktadır. Ortadoğu'da ve dünyada herkesin silah biriktirdiği, savaşa hazırlık yaptığı, kan dökmek istediği bir ortamda, Sayın Öcalan silahı devreden çıkaracak iradeyi göstermiş ve PKK'de bu karara uyarak gereğini yapmıştır. Durum bu kadar ciddidir. Herkes bu ciddiyetle yaklaşmalıdır. Öyle hafiflikler, ırkçı söylemler, yapılmak istenenin sanki basit bir işmiş gibi ele alınması gerçekten ciddiyetsizliktir. Başta devlet yetkilileri, iktidar, muhalefet ve sahte milliyetçilik yapan çevreler, bu gerçekliği anlamak durumundalar. "Terör", "terörist" gibi kavramların kullanılması terk edilmez ise Kürtler devletin ciddi olmadığına kanaat getirir ve bu zarar verir sürece. Nitekim şu an kullanılan zehirli dil, umudu baltalıyor, sürecin ciddiyetine zarar veriyor. İki taraflı olarak toplumun ikna edilmesine de hizmet etmiyor.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Abdullah Öcalan'a verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) 3'üncü maddesine, yani işkence ve kötü muamele yasağına aykırı bularak 18 Mart 2014'te ihlal kararı verdi. Kararla birlikte Türkiye'den düzenleme yapmasını istedi. Ancak MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin AİHM "umut hakkı" ihlali kararının gereğinin yerine getirilmesine dair çağrıda bulunmasına rağmen, hâlâ bir gelişme görünmüyor. Bu durumu nasıl görüyorsunuz?
Hem ulusal hem uluslararası hukuk normları Sayın Öcalan'ın özgür olmasını, dahası süreci bizzat yürütmesi gerektiğine işaret ediyor.
Bahçeli'nin çağrısı önemliydi. Yerine getirilmesi gereken yönü klasik ve kısır döngülere çekilerek gündemden düşürülmeye çalışıldı. Oysa durum nettir. Hem ulusal hem uluslararası hukuk normları Sayın Öcalan'ın özgür olmasını, dahası süreci bizzat yürütmesi gerektiğine işaret ediyor. Türkiye'de "umut katili" olan bir yasal düzenleme yapıldı 2000'lerde. Ve bu düzenleme; Sayın Öcalan'ın durumu hesaplanarak yapıldı. Yani kişiye özel yasa. Neydi o yasa? Ağırlaştırılmış müebbet cezası alanlar tahliye olamazmış. Ve şu an hiçbir hukukçu bu düzenlemenin insan haklarına ve hukuka uygun olduğunu söyleyemez. Tamamen siyasi saiklerle, düşmanca duygularla yapılmış bir düzenleme idi. Oysa maksimum yatma süresi 20 ile 30 yıl arasıydı. Umut hakkı yasal bir haktır ve mutlaka uygulanmalıdır. Bunu oraya buraya çekerek hukuk dışı siyasi bir tartışmaya alet etmek, kimseye bir şey kazandırmaz. Az önce dediğim gibi yine meseleye ciddi yaklaşmaya, ciddi ele almaya gelip dayanıyor.
30 kişilik Barış ve Demokratik Toplum Grubu silah yakma töreni düzenledi ve Kürt hareketi bu girişimi ile silahı mutlak bir şekilde bırakmaya kararlı olduğunu duyurdu. Bu durum, süreç ile ilgili hazırlanan ve atılan bir adımdı. Belli ki atılacak adımlar ile ilgili bir yol haritası var. Bu adım sonrasında Türkiye'nin önünde atması gereken hangi adımlar var?
Gerçekten Sayın Öcalan ve PKK üzerine düşeni zorunlu ve büyük bir ciddiyetle yerine getirdi. Öncülüğünü Besê Hozat'ın yaptığı gerilla grubu, bütün dünyanın gözü önünde meseleye ne kadar ciddi yaklaştığını ve Sayın Öcalan ile ne kadar ahenk ve uyum içinde olduklarını gösterdiler. Oraya gelenlerin hepsi kendi gözleriyle bu samimiyeti ve ciddiyeti gördü. Oradaki ciddiyet, adeta herkesi büyüledi. Yine tabii ki devlet mekanizmalarının da bu süreçte attığı adımlar var; ancak işin yasal düzenleme kısmı gerçekleşmediği sürece olup bitenlerin tümü fiili, yani başka bir dille kayıt dışı oluyor. İşin eksik kısmının tamamlanması lazım. Bu yüzden komisyonun kurulması, belli adımların atılması önümüzdeki sürecin gidişatını da belirleyecektir.
Tam da burada sormak istiyorum; Abdullah Öcalan da PKK de sık sık pozitif demokratik entegrasyona ve bunu sağlayacak yasalara vurgu yapıyor. Bunun karşılanması için ne tür yasalara ihtiyaç var? Yasaların hazırlanması ve uygulanması sonrasında nasıl bir tablo doğacak?
Sorunun aşılması ve yasal çerçevesinin oluşması için birçok yasal düzenlemeye ihtiyaç var şüphesiz. Ancak entegrasyon meselesini yorum getirecek olursak; sözü edilen bir demokratik uzlaşıdır. Tarafların kendi kimliğini ve varlığını koruyarak karşılıklı dönüşümünü gerektirir. Türkiye bağlamında bu dönüşüm, demokratik cumhuriyet perspektifiyle mümkündür. Devletin demokratikleşmesi ve Kürtlerin varlığı korunarak haklarının tanınmasıyla birlikte, PKK'nin de silahlı mücadeleden siyasi ve toplumsal zemine geçişi anlamına gelir. Bu süreç, asimilasyona düşmeden, ahlaki-politik yapısını koruyan bir demokratik entegrasyon hedefler; örgütlü Kürt ve komünal toplumsal yapı bu entegrasyonun temelini oluşturur. Her ne kadar farklı betimlemeler yapılsa da entegrasyon kavramının özünde birleşme ve bütünleşme olgusunun yer aldığı bilinmektedir. Özellikle çokça eleştirilen entegrasyon kavramının demokratik bir formda yeniden tasarlanması, üzerinde daha çok çalışılması gereken bir husustur. Demokratik entegrasyon sürecinin esası, hukuki ve siyasi alanlara dayanır. Entegrasyonun başka bir tanımı, "Devletin demokratik toplum için, demokratik toplumun devlet için risk oluşturmadığı hukuki ve siyasi istikrar hali" şeklinde yapılabilir.
Bir de komisyon var; kurulmuş gibi görünüyor. Komisyonun şekli ile ilgili talepleriniz karşılandı mı? Çalışma usul ve yasalarına dair ne tür talepleriniz var? Örneğin Abdullah Öcalan, Kürt hareketi ve toplumun farklı kesimleriyle temasları olacak mı? Ne tür işler yapmasını bekliyorsunuz?
PKK'nin de silahsızlanma, sivil siyaset ve demokratik entegrasyon gibi başlıklarda muhatap alınması gerektiğine inanıyoruz. Komisyonun işi sorunları örtbas etmek değil, gerçek bir çözümün zeminini oluşturmaktır.
Meclis bünyesinde komisyonun kurulması, uzun süredir Türkiye'nin çözüm ve normalleşme arayışları açısından önemli bir ihtiyaçtı. Kurulmuş olması umut verici. Ancak komisyonun yapısı ve görev alanına ilişkin bazı temel taleplerimizin henüz tam karşılandığını söyleyemeyiz. Komisyonun çoğulcu ve demokratik temsiliyeti esas alması çok önemli. Sadece devletin belli mekanizmalarını değil, toplumsal aktörlerin, sivil toplumun ve özellikle Kürtlerin iradesini temsil eden yapıların görüş ve katkılarının sürece dâhil edilmesi de hayatidir. Az önce de ifade ettim; Abdullah Öcalan Önderliği; bu ülkenin en önemli toplumsal ve siyasal aktörlerinden biridir. Dolayısıyla bu tür bir süreçte, Öcalan'ın fikri ve politik katkısı olmadan kalıcı bir çözüme ulaşmak mümkün değildir. Bu nedenle, hem kendisiyle hem de toplumsal muhataplarla doğrudan temas kurulmasını önemsiyoruz. Beklentimiz, komisyonun teknik kalmaması ve Türkiye'nin demokratikleşme yönünde dönüşümünü kolaylaştıracak, barışı toplumsallaştıracak bir mekanizma olmasıdır. PKK'nin de silahsızlanma, sivil siyaset ve demokratik entegrasyon gibi başlıklarda muhatap alınması gerektiğine inanıyoruz. Komisyonun işi sorunları örtbas etmek değil, gerçek bir çözümün zeminini oluşturmaktır. Bu da ciddiyet, cesaret, diyalog ve karşılıklı anlayış gerektirir.
Komisyonla ilgili kaygıların başında, sadece silahların bırakılmasıyla ilgileneceği yönündeki düşünceler yer alıyor. Bu konuda durum nedir? Komisyonun kapsamı ve görevleri tam olarak neler olacak?
Bu, büyük bir hata ve çok sığ bir yaklaşım olur. Sadece silahsızlanma için komisyon kurmak söz konusu olamaz. Bir kere sorun var ki silah ve çatışma oldu. Yani sorun ele alınmadan, tartışılmadan ve engelleyici, anti demokratik yasalar değişmeden çözüm mümkün olamaz. Bir söz var: 'Özü bırakıp söze sarılan, hakikate ulaşamaz' derler. Bu komisyon ve bu komisyonun hiç bir üyesi bu duruma düşmemelidir. Bu ülkenin partileri ve iktidarı aşan büyük bir sorunu var. Komisyon bu gerçeği ıskalarsa çok yazık eder bu sürece.
Bu ve benzer teknik durumlarda zamana yayma durumu kamuoyunda endişe yaratıyor. Örneğin, "Türkiye, Ortadoğu'da taşların lehine oturmasını bekliyor. Oturması halinde süreçten vazgeçecek" şeklinde yorumlar da yapılıyor. Devletin, iktidarın böyle bir düşüncesi var mı?
Güvenlikçi politikalar ile sonuç alma ihtimalini görürse buradan döner mi? Kısaca devlet süreç ile ilgili ciddi mi?
Ortadoğu'da taşların nasıl dizileceği elbette önemlidir; ama Türkiye kendi iç barışı için başkalarının hesabını bekleyemez. Varsa bu tür beklentiler sürecin geleceğini zora sokar, muğlaklaştırır.
Öyle bir yaklaşımın olmadığını umut ediyoruz. Nitekim hiçbir taraf bu sürece öyle yaklaşmamalı. Türkiye'de devlet aklı, bu süreci eğer güncel gelişmelere ve konjonktüre bağlı ele almışsa bile artık stratejik yaklaşım göstermesi gereken bir süreçteyiz. Süreçle ilgili samimiyet ya da ciddiyet meselesi yalnızca bizim değil, toplumun çok geniş kesimlerinin de dikkatle izlediği bir husustur. Zamana yayma, belirsizlik üretme ve kimi konularda oyalama eğilimleri kamuoyunda haklı olarak endişe yaratıyor. Bugün toplumda da, siyasette de, cezaevlerinde de bir beklenti var. Ortadoğu'da taşların nasıl dizileceği elbette önemlidir; ama Türkiye kendi iç barışı için başkalarının hesabını bekleyemez. Varsa bu tür beklentiler sürecin geleceğini zora sokar, muğlaklaştırır. Güvenlikçi politikalar bugüne kadar çözüm üretmedi. Eğer bir kez daha aynı yöntemlerle sonuç alınabileceği düşünülüyorsa bu tarihsel bir yanılgı olur. Biz, barışın ve çözümün toplumun temel beklentisi olduğunu biliyoruz. Bu nedenle sürecin tali tartışmalara kurban edilmeden ilerlemesini istiyoruz. Kamuoyundaki endişeler bu yönüyle yersiz değil; ancak bu süreç aynı zamanda bir mücadele sürecidir. Mücadele etmeden adalet, demokrasi ve barış gelmez.
Çözümü etkileyen diğer bir faktöründe Suriye'deki durum olduğu ifade ediliyor. Sizce Abdullah Öcalan Suriye'deki Kürtlerin ne şekilde hareket etmesini istiyor ve nasıl bir çözüm önerisinde bulunuyor?
Sayın Abdullah Öcalan'ın Suriye'deki Kürt meselesine yaklaşımı, ilkesel olarak bölgesel barış ve demokratik çözüm paradigmasıyla uyumludur. Bu çerçevede, Suriye'deki kalıcı çözüm yalnızca Kürtler için değil, tüm halklar açısından da demokratik dönüşüm ile mümkündür. Bu temelde farklı kimliklerin ve inançların tanındığı, çoğulcu ve yerel farklılıkların tanınmasına açık bir anayasanın kabul edildiği, etnik ve mezhebi aidiyetleri dışlamayan renkli bir ulusal meclisin oluşturulduğu ve en önemlisi de Kürtlerin ordu ve diğer devlet kurumlarında kendi öz kimlikleriyle tamamen eşit yurttaşlar olarak temsil edildiği bir Suriye, Öcalan'ın tercih ettiği çözüm modelidir. Böyle bir durumda, Kürtlerin özgür iradeleriyle bütünlüklü bir Suriye yönetimi içinde yer alması gerektiğini savunmaktadır. Ama eğer rejimin tekçi ve antidemokratik yapısı devam ederse, yani tek uluslu, merkeziyetçi ve otoriter karakterine bağlı olarak Kürt halkının tarihsel olarak inkâr edilmesi ve demokratik taleplerin bastırılması sürerse Kürtlerin kendi siyasal iradeleriyle hareket etmeleri ve mevcut durumu daha da geliştirmeleri kaçınılmazdır.
Siz aynı zamanda gazetecisiniz ve yıllarca Kürtlerin yaşadığı sorunlar ve çözüm arayışlarına mercek tuttunuz. Bugün gazetecilik yapıyor olsaydınız süreci ne şekilde ele alırdınız? Neyi işlerdiniz?
Eğer bugün gazetecilik yapıyor olsaydım, yazacağım ilk şey şu olurdu: Bir tablo çizerdim, terazi gibi. Savaştan ve çatışmadan hepimizin çocukluğundan beri çektiği acıları bir kefeye yazardım. Adsız mezarlara gömülen bir çocuğun oyuncaklarını, bir dağ köyünde yarım kalan bir ninenin sözlerini, bombalanmış bir evin çatısına sinmiş kahkahaları yazardım. Bunlar, Kürt'ün de, Türk'ün de, Ermeni'nin de, Arap'ın da ortak yaslarıydı, derdim. Sonra terazinin diğer kefesine barışı, demokrasiyi, özgürlüğü koyardım. Eğer adil bir barış gerçekleşirse, bugünün çocuklarının yarın nasıl mutlu, nasıl mesut olacağını yazardım. Onların özgürce ana dillerinde şiir okuduğunu, farklılıkları zenginlik sayan meclislerde konuştuklarını, sokaklarda korkmadan yürüdüklerini, kimliklerinden utanmadan büyüdüklerini yazar işlerdim. Siz de inatla hakikatin dili olmaya çalışıyorsunuz. Ama bugün gazetecilik yapsaydım, artık yalnızca trajediyi değil, umudu da yazardım. Çünkü biz acının tüm tonlarını yaşadık. Şimdi barışa yol almışken, yaşamın tüm renklerini anlatma hakkımız var. Ve derdim ki: Bu coğrafyada barış yalnız silahların susması değil, kalplerin konuşmasıdır. Ve bu konuşma, Türk'ün, Kürt'ün, Laz'ın, Çerkes'in, herkesin ortak hikâyesiyle olur. İşte o hikâyeyi yazmak için çabalardım.
MA / Mehmet Aslan - Selman Güzelyüz